AB Zirvesi yaklaşırken
10, 11 Aralık 2020’de yapılan son AB Zirvesi’nde Fransa, Yunanistan ve Kıbrıs Rum kesiminin Türkiye’ye karşı ısrarlı yaptırım taleplerine karşın, çok rahatsız edici olmayan bir iki ufak nasihat vari kelimelendirme, bir iki yetkiliye sözüm ona yaptırımsı uygulamayla konu kapatılmış, 2021 Mart ayında tekrar bakarız mealinde bir metin kaleme alınmıştı.
Zirvenin hemen ardından Türkiye ile Yunanistan arasında “istikşafi” görüşmelerin 61inci turu İstanbul’da başlıyor, görüşmelerin Şubat sonu ya da Mart başında Atina’da devam edeceği açıklanıyordu. Bu açıklamanın hemen ardından hem AB, hem de ABD’den tebrik mesajları geldi.
İstikşafi demişken, aklıma gelen bir anıyı hemen paylaşayım. Rahmetli Denktaş ile Kıbrıs Rum kesimi temsilcisinin sürekli müzakere ettiği bir dönemde bir araya gelme fırsatı bulmuştuk. Ekipteki arkadaşlardan birisi içerideki atmosferin çok gergin olup olmadığını sordu. Denktaş gülerek, “Yok canım, çay içiyoruz, birbirimize fıkralar anlatarak eğleniyoruz” demişti. Benim anladığım istikşafi görüşmeler de üç aşağı beş yukarı bu tarz bir şey. Çözüm bulmaktan ziyade (eğer çözüm bulunsaydı, 61’e gerek kalmazdı), dostlar alış verişte görsünler, sembolik olarak Doğu Akdeniz gerginliğinden yumuşamaya gidilsin havasının yansıtılması esas olan.
Ama Atina görüşmesi yaklaşırken klasik Yunan mızıkçılığı hemen başladı. Yunanistan Başbakanı Miçotakis, neredeyse ENOSİS megali ideası doğrultusunda Kıbrıs emelini açıkladı. Amaç herhalde Türkiye’yi tahrik etmek, Mart Zirvesi öncesinde Türkiye’yi uzlaşmaz, saldırgan taraf olarak gösterip, Zirveden ciddi yaptırımlar çıkartmak.
Doğal olarak Türkiye’nin cevabı da bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından en sert şekliyle verildi. “Eyvah tahrik mi olduk?” diye düşünürken Miçotakis yelkenleri suya indirdi, “beni yanlış anladınız” mealinde açıklamalar yaptı. Herhalde kendisine en sert noktalardan eleştirilerin geldiğini düşünmekte bir hata yok.
Tabi bu arada Savunma Bakanımız Akar’ın S400 krizinin bitmesi için ortaya attığı Girit modeli (Yunanistan’ın Rusya’dan temin ettiği S300’lerin Girit adasında suskun şekilde tutulması ve sadece NATO tatbikatlarında kullanılması modeli) önerisi, ABD ile bu konuda müzakerelere başlanacağı algısını yarattı.
ABD cephesinde Türkiye’ye karşı sert duruş devam ediyor etmesine de Türkiye’yi stratejik olarak Rusya, İran hatta Çin eksenine kaydırmak büyük kabus olarak da algılanıyor kuşkusuz. Türkiye’yi “sözde stratejik ortak” diye sıfatlandıran Dışişlerinden sorumlu devlet sekreteri Blinken, esas itibarıyla bu kabusu da dillendirmekten kaçınmadı. Önümüzdeki günlerde Çavuşoğlu-Blinken telefon görüşmesinin ardından kafalarımız biraz daha netleşecek hiç kuşkusuz.
Bütün bu veriler alt alta yazıldığında, AB’nin Mart Zirvesinden Türkiye’ye karşı bir yaptırım kararının çıkması hemen hemen imkansız. Sormamız gereken soru, belirsizliklere aynen devam mı? Yoksa yeni bir pozitif gündem mi?” Eğer pozitif gündem olacak ise, içeriği ne olacak?
Naif kişiliğimle ben pozitif bir gündem olabileceği, ama çok da fazla pozitif olmayacağı inancımı koruyorum. Siyasetçilerimizin ifadesi ile “ihtiyatlı bir iyimserlik içindeyim.” (Ruhun şad olsun İsmail Cem. Yanlış hatırlamıyorsam benim “tam üyelik müzakerelerinin başlaması konusunda iyimser misiniz?” sorumun üstüne 5 Eylül 1999’da Brüksel’de bu yorumu yapmıştı.)
İhtiyatlı iyimserlikten, ihtiyatsız olana geçmek mümkün mü? Türkiye’nin iç politika koşullarına bakınca maalesef. İktidarın küçük ortağı ya da iktidar içindeki muhalefet kanadı daha iyimser olmamızın önüne ciddi bir set çekiyor. Yapılması gereken reformlar yapılmadıkça uluslararası ilişkilerin doğru yola girmesi, ekonominin düzelebilmesi sadece Merkez Bankası’nın faiz politikaları ile sınırlanmış gözüküyor. Dünyanın en yüksek faizini verirseniz, doğal olarak sıcak para negatif faiz verenlerin yerine bizi seçer. İyi de, bu faiz politikası sıcak para spekülatörlerinin oyun sahasına bizi düşürmez mi? Ya Türkiye’ye güvensizlik üstüne oynayıp bir anda çıkarlarsa? Beterin beterini daha fazla düşünmek istemiyorum.
Türkiye’nin ekonomik olarak esas derdi kalıcı yatırım çekmek ve kalmaları için güven ortamını tesis etmek. Bu güven ortamının tesisi için iktidarı ve muhalefeti asgari müşterekte birleşerek hukukun üstünlüğüne saygılı bir ülke olduğumuza olan inancı pekiştirmek.
Bu vesileyle tekrar altını çizmek isterim. Kanuna saygılı devlet ile hukuka saygılı devlet asla aynı şey değildir. Örneğin son Boğaziçi rektör ataması son derecede yasal, kanun devleti normları içindedir. Ama hukuka saygılı, yani bütün teamülleri dikkate alan bir hukuk devleti kapsamında meşruiyeti tartışılır konumdadır.
Şubat ayının sonuna yaklaşırken belki erken bir Mart senaryosu çizmeye çalıştım. Umarım daha iyimser günlere, benim naifliğimi (Türkçe çevirisi “iyimserliğe varan salaklık hali”) haklı çıkaracak günlere gözümüzü açarız.