Daria Dugin Suikasti Üzerine Kısa Bir Değerlendirme…
Alexander Dugin’in kızı neden bir suikast ile öldürüldü? İstihbarat savaşlarında bu tip suikastlere “manşet atma” adı veriliyor. Şöyle ki; öne çıkan bir Rus istibaratçısı ya da siyasetçisi değil de, kamuoyuna mal olmuş ünlü bir ismin kızı öldürülerek kime ve neden mesaj verilmek istenmiş olabilir?
Bu soruyu cevaplayabilmek için öncelikli olarak dünyadaki mevcut güç dengelerine bakmak gerekir. Dolayısıyla; başını ABD’nin çektiği tek kutuplu sistemin hızla dağılma süreci içine girdiği bunun yerine çok kutuplu bir yapının oluşmaya başladığı glokal bir evreden geçmekte olduğumuzu söyleyebiliriz.
Bu çok kutuplu kapışmada ABD özellikle Almanya ve Fransa gibi ülkelerin alacağı tutumu dikkatle izliyor. Zira son dönemde yarım ağızlada olsa Almanlar ve Fransızlar Ukrayna’da devam eden savaşta taraf olmak istemediklerini açıkca dile getirdiler. Keza bu savaşın daha fazla uzaması Avrupa ekonomisini geri dönüşü olmayan zararlara uğratacaktır. Bu noktada Avrupalılar savaşın dışına çıkmak isteyen açıklamalar yapıyorlar. Bu da ABD nezlinde Avrupalı hükümetlerin sadaketinin sorgulanmasına neden oluyor. Dolayısıyla; Daria Dugin suikasti Avrupa’ya dönük “savaş devam edecek, tarafınızı seçin” mesajını da içermekte. Önümüzdeki süreçte Avrupa başkentlerini içine alan saldırıların gerçekleşmesi ihtimali de göz ardı edilmemeli.
Lakin herkes farkında ki; gerçekte bu savaş bir “Rusya-Ukrayna savaşı” da değil, aslında böyle bir savaş yok. Bu savaş aslında bir ABD-Rusya savaşı! Zelenski hükümeti kukla bir hükümet ve bu hükümet ve ordusu (ve devletin içinde kurumsallaşmış olan neo-nazi gruplar) Kiev’e yerleşmiş olan Amerikan Özel Kuvvetleri ve CIA’in desteği ile ayakta duruyor.
Dünyanın büyük bir kırılma sürecinden geçtiği bu evrede ABD’nin stratejisi aslında çok basit bir mantığa dayanıyor. O da taraf olmaya zorlamak!
Düşünün ki Soğuk Savaş döneminde bile NATO’ya üye olmamış olan İsveç ve Finlandiya’nın önüne ne koyuldu ki, ABD bu ülkelere ne söylendi ki, bu ülkeler bir anda topuklarına vura vura NATO’ya üye olmaya karar verdiler ve yasama organlarından/parlamentolarından apar topar yeni düzenlemeler çıkardılar. Ne değişti?
ABD’nin bu ülkelere verdiği mesaj aslında çok net. O da şu ki; dünya hızla yeni bir savaşa sürüklenirken yeni paktların oluşması da kaçınılmazdır. Tıpkı 1. ve 2. emperyalist paylaşım savaşlarında olduğu gibi dünya hızla yeni bir kamplaşmaya doğru ilerlemekte. Finliler ve İsveçliler bu mesajı çok net bir biçimde almış olmalılar ki; NATO’nun nükleer koruma şemsiyesinin altına girerek kendi saflarını açıkca belli etmiş oldular.
Özetle söylemek gerekir ise; ABD NATO aracılığıyla dünyayı yeni bir paktlaşmaya doğru sürüklüyor ve bunu yaparken de başta Avrupa ülkeleri olmak pek çok ülkeyi taraf olmaya zorluyor.
Tabii ki bu paktlaşmanın bir başka tarafı daha var: O da Rusya ve Çin. Bu iki ülke arasında kısmi anlaşmalıklar olsa da, her iki ülke yaklaşan tehlikenin farkında ve tüm hazırlıklarını buna göre yapıyorlar. Özellikle de Çin’in ekonomik planda ABD’yi geride bırakma ihtimali arttıkça Washington’un bu duruma karşı tepkisi daha da sertleşiyor.
Çin’in Asya Pasifik hattındaki manevra kabiliyetini sınırlamak pahasına komşu ülkeleri tepeden tırnağa silahlandıran ABD son Tayvan krizi ile birlikte Çin’i kuşatma stratejisini derinleştireceğini bir kaz daha göstermiş oldu. Elbette Çin’de boş durmuyor her alanda hızlı bir biçimde ordusunu modernize etmeye devam ediyor. Çin Aynı zamanda Rusya, Hindistan, İran gibi ülkeler ile bölgesel işbirlikleri ve askeri ittifaklar kuruyor.
Bugüne kadar Çin ABD’nin kendisine dönük hamlelerine yine sistem içinde kalarak cevap vermeye çalışsa da, Pekin’de iyi biliyor ki ABD tıpkı Rusya’ya yaptığı gibi Çin’i de sistem dışına iterek yalnızlaştırmaya ve izole etmeye çalışıyor. Keza Çin’in Asya’dan Afrika’ya, Orta Asya’dan Latin Amerika’ya kadar uzanan yatırımları ve kurduğu yeni ittifaklar ABD’nin küresel siyaseti için ciddi bir tehdit oluşturuyor.
Bütün bu emperyalist paktlar arasındaki gerilim yeni bir batı-doğu savaşınında habercisi gibi. Zira minoktokratik sanayi kapitalizminin ve eski tip ulus pazarlarının daralma sürecine girdiği fakat bir yandan da ulus-üstü tekno tekellerin hakimiyetine dayalı gloktokratik bir kapitalizme geçiş sancılarının yaşandığı bir evrede mevcut çelişkilerin salt barışçıl ve diplomatik yöntemler ile aşılabilmesi şimdilik pekte mümkün gözükmüyor. Dolayısıyla; tarafların hızla kendi paktlarını yeniden yapılandırmaya çalıştığı bir süreçte çok kutuplu gloktokratik bir tekno-kapitalizme geçişin sancısız olacağını düşünmek elbette ki saflık olacaktır.
Lakin şu da var ki; ABD’nin başını çektiği paktlaşma hedef tahtasına “Doğu’nun fethini” koyarsa ve bunu Rusya ve Çin gibi ülkelere karşı askeri yoldan yapmaya çalışırsa, bana soracak olursanız bu kesinlikle Batı kapitalizmin sonu olur. Dolayısıyla; ne ABD ne de onun müttefikleri bunun altından kalkamazlar ve başlatacakları olası bir savaşın içinden kendileri de sağlam çıkamazlar. Peki bütün bu riskleri göze alıp böyle bir çılgınlığa kalkışabilirler mi?
Bence evet, kalkışabilirler. Keza ulus-üstü bölgesel tüketim pazarlarının hakimiyetine dayalı gloktokratik-emperyalist yapıya geçişte kendi küresel hegemonyalarını koruyabilmelerinin tek yolu Çin gibi Rusya gibi diğer glokal-emperyalist rakiplerini saf dışı bırakmaları ile ancak mümkün olabilir. Bu durumda üzülerek söylemek zorundayım ki; insanlık 1. ve 2. emperyalist paylaşım savaşlarını bile kesinlikle mumla arayacaktır.
Lakin emperyalist savaş demek aynı zamanda dünya çapında yeni devrimci dinamiklerinde harekete geçmesi anlamına gelecektir. Keza kapitalist-emperyalist sistemin dünya halklarına ve emekçilerine bunca acıyı ve ızdırabı yaşattıktan sonra ayakta kalabilmesi ve daha ileri ve insancıl bir sistem olarak sosyalizme geçişi engelleyebilmesi her zamankinden daha da zor olacaktır.
Lakin dünün proletaryanist yolu artık sosyalizme giden yola ışık tutmadığı gibi, proletaryanizmden sosyalizm beklemek en hafif tabirle bir erkeğin çocuk doğurmasını beklemek kadar saçma ve anlamsızdır!
Emperyalist savaşlara ve burjuvazinin (sanayiburgların ve teknoburgların) egemenliğine son verebilecek olan yegane sınıf teknik emekçiler sınıfıdır. Dolayısıyla; protekyanın ideolojik ve politik önderliği olmaksızın insanlığın kapitalizm belasından kurtulabilmesi ve sosyalizme doğru yol alması da boş bir fanteziden öteye geçmeyecektir.
Serhat Nigiz