Birol Üstündağ
BULANCAK
Çocukların bahçeden bahçeye geçtiği incir, elma, armut ağaçlarından meyveleri topladıkları zamanlardı.Fındık bahçeleri şehrin dışındaydı.Fındık zamanı dışında bahçelere gidilmezdi. Çocuklar konakların önünde bulunan büyük bahçelerde, taşlıklarda oyunlar oynardı.Bulancak şehri bugünkü meydan ve çevresiydi. Babasını aramak isteyen çocuk, meydandaki kahvehanelerde, restoranlarda ya da işyerlerinde arar ve bulurdu.
Zamanın çocukları korku duygusu bilmezdi. Çünkü onları korkutacak bir hayat yoktu. Hükümet binası ve belediye binasının arasındaki dar sokaklarda oynayan küçüklere her zaman rastlardınız. Top,saklambaç,mile gibi oyun oynayanları hükümet binasının önündeki parkta görebilirdiniz.
Biz o zamanlar devlet nedir, memuru nedir, bilmezdik.Çünkü devlet de kurumları da sokakta insanlara kendilerini öyle fazla göstermezlerdi,ama tabii ailelerimizin yaptığı misafirlik günlerinde devlet memurlarının eşlerini çocuklarını görürdük.
Geceleri bizim şehrimizde herkes birine misafirliğe giderdi.Annem de beni elimden tutar misafirliğe götürürdü. Dönüşte ise genellikle uykulu olduğumdan beni sırtına alır,eve öyle dönerdik.
Bulancak benim hala zihnimde geçmişiyle yer alır, bugününü çok görmek istemem. Çünkü bozulmuştur bir kere,en baştan hızla kentleşmiş ve küçük şirin bir kasaba özelliğini kaybetmiştir. Bize ise yalnızca anılarımızı bırakmıştır.
Bugünden geriye baktığınızda geçmişinizden aklınızda kalan masumiyet olur.
Bugün yağmurlu, karanlık, nemli zamanların şehri Bulancak…Üç kattan,dört kata,beş kata,dükkanları çift kat, yedi kata çıkmış binaların altında ezilmiş insanlık… Orhan Kemal ‘in “Evlerden Biri” romanındaki bir paragraf geride kalmış artık.
Amerikan varoşları,New Mexico düş mahalleleri gibi sokak aralarıyla ama post-modernist AKP’nin düzenli ve renkli taş döşemeleriyle güzelleştirilmiş şehir…
Akşam güneşin batışını görmek için mücadele etmeniz gerekir. Yollar,karşıdan karşıya geçişler, geçitler geçeceksiniz, varınca bir de bakmışsınız güneş batmış. Siz yaşlısınız artık kardeşim yaşlısınız…Ölün artık der büyükler…
Geleceğimiz gençler, yoksul gençler… Amfetamin, bally,hap,tozlu gençler, havada bir toz zerreciği gibi…Biraz kül biraz duman, bazıları karanlıkta sokak köşesinde yatar haldedir. Para yok,aşk yok,sevgi yok,ana baba bile yoktur kimi zaman…
Oysa genç sevmek,sevilmek ister ve bunları yaşamadan ölür gider. Çocukluğumun ilk cinayeti Yüksek Sokak’ta işlenir.Onun üzerine çok şeyler olur.Şöyle sinema perdesinde gördüğümüz yüzyüze bir ölümle karşılaşmayız. İnsanlar birbirlerini sırtlarından vurmayı yeğlerler. Puştluk adamlıktan sayılır.
Toplasan kırk evi geçmeyen şehrimizi bu evleri yıkarak büyütmeye çalıştılar. İlk çuvallama böyle oldu.Şehir sıkıştı, nefes almaz hale geldi. Halbuki İncüvez Deresi’nin batısı boştu, yeni şehir orada kurulabilirdi.
Tek parti döneminin tek karar vericileri bunu hiç düşünmediler. Çünkü şehir onlarındı. Köylüler onlara göre köylerinde kalacaklardı. Evdeki hesap çarşıya uymadı. Kapitalizmi bilmiyorlardı, ülke aldı başını gitti,köylüler çarşıya geldi.Sanat ve kültürden anlamayan şehir eliti, (burası biraz acımasız oldu ama olsun.) kendi ihtiyaçlarını düşünerek şehir merkezindeki kırk bahçeli evi yıkıp apartmanları diktiler.
Nüfus arttıkça arttı. Şehrin içindeki ağaçlar, Modern Türkiye’den ne kadar anladılarsa taşralı yöneticiler, onları kestiler ve yerlerine saksı koydular. Aslında herşey bir gerilim filmi gibiydi ama gerilim olduğunun farkında bile değildi çoğunluk.
Şehirde liyakat yoktu,yerleşik kültür yoktu.Her iktidar değiştiğinde bir şeylerin de yeri değişiyordu. Ana cadde Rumlar zamanında ne ad taşıyordu bilmiyoruz. Cumhuriyet dönemiyle Vali Rami Bey caddesi oldu.1960 darbesiyle Cemal Gürsel Caddesi, 15 Temmuz kalkışmasıyla Millet ve 15 Temmuz caddesi…
Bir şehir birinin yapıp diğerinin yıktığı sistemle gelişemez, şehre kimlik veren kalıcılığıdır. İnsanlar sokakta gezerken zihnine kazılmış simgelerle karşılaşmaktan hoşlanır, bu simgeler cadde adı olur sokak adı olur bir anıt olur,bir bina olur…
Cumhuriyette meydanda bulunan kibar içkili restoranlar AKP iktidarı döneminde ortadan kaybolur. Memleket iki tek parti ideolojisinin arasında kalır, aslında ikisinin de birbirinden farkı yoktur. Ama yalnızca biri Osmanlı Bankası’dır.
İki Sineması olan şehir sinemasız kalınca renksiz hale dönüşür. Deniz kirlenir,iki sahil yolu düşman kardeşler gibi durur.Bir hançer gibi şehrin kalbine saplanırlar.
Eskiden Karaburun şehrin Giresun çıkışında esrarengiz küçük bir tepe içinde bir mezarlık haliyle ve aşağıya denize doğru inen siyah kayalıklarıyla insanın ilgisini çekerdi,bugün oradan geçerken dikkatli bakmıyoruz bile, çünkü gözümüz yalnızca trafik ışığında ve trafik kazasını düşünür oldu. Karaburun’un olduğu yer ise iki yolun talanına uğramış.
Bulancak’ı ortadan kaldıran daha doğrusu Karadeniz sahil yolunda bulunan tüm ilçeleri bozan şey sahil yoluna bitişik nizam imar izni verilmesidir.Bu izin yüzünden sahil yolundan otomobilinizle geçerken yalnızca Çin Seddi apartmanlarını görürsünüz,şehirlerin hiçbiri nefes almaz. Deniz rüzgarı arada gördüğü açıklıklardan şehirlerin içine sızabildiği kadar sızar ama bu yeterli değildir.Yalnızca sahil yolu değil iki yol arasına yapılmış tüm büyük binalar, bu binalarda oturan insanlar iki yoldan geçen otomobillerin gürültüsünde nasıl yaşarlar düşündürücü… Belediyeler hangi partiden olursa olsun bu bölge için onarım çalışması ve düzenleme yaparlar ama başka bir şey yapamazlar.Çünkü geçmişte burası için yani yol için karar verenler onların önünü kesmiş olurlar.
Bu şehrin içinde yaşarken açıkçası çocukken mutluydum ama bugün dibine kadar içip sarhoş olmak istiyorum .Çünkü insan hayata kimi zaman alkolle katlanır. Kendiniz olmazsınız o zaman,vücudunuz gevşer, kafanız esrik, en çirkin olan bile güzel görünür gözünüze…Böyle mi yapmalı acaba?
Yoksa kafan normal aldırışsız yaşamayı mı öğrenmeliyim. Ne yapacaksam açıktan yapmalıyım, bize öğretilen kültürde olduğu gibi gizli değil.
Şnorkeli takıp denizin derinliğine dalmalıyım. Adı bile unutulan Yassıtaş’tan gri sulara süzülmeliyim.Sahi gençlik gelecek ve gelecek sosyalizm olacaktı…
Oysa ben benim şehrim kadar paraya tapan bir şehir görmedim. Bu şehri bu hale getiren paraydı.Öyle ki en parasızlar bile para sözleri eder oldular.
Sahi Bulancak Hamamı ‘na gitsek ve tellağın eline bıraksak kendimizi, temizlenir miyiz? Ettiğimiz kötü sözlerden, yaktığımız canlardan,işlediğimiz suçlardan arınır mıyız?
Bir tarihte meydanda çıkan büyük yangında yansaydı şehir ve biz çocuklar ölseydik, başka masum bir hayat yaşanır mıydı bugün.
İçmediğim yılların acısını çıkarır gibi içmek duygusu geçiyor içimden ne var ki içemeyeceğimi biliyorum. Bir hayalperest, bir üryan, bir aşık gibi dolaşmak istiyorum, bir serseri…Ancak böyle katlanabilir hayata insan…
Şehir orada bekler, yağmur altında, sen neredesin?
Fotoğraf: Bulancaklı son Rumlar.
Not: Bana bu yazıyı Ercan Turgut yazdırdı. Suç onun…Tanrı Misafiri’ni dinlerken yazdım. Ruhum arabesk…